25 Temmuz 2011 Pazartesi

'cause what's inside her never dies*

İnternet insanı katil edebilir. Gerek "Oh artık uzun boylu, sarışın insanlar da hava alanlarında donlarına kadar soyulacak" diye sevinenler olsun, gerek müzik tarihiyle ilgili tek bilgisi 'bir takım kabiliyetli müzisyenlerin 27 yaşında ölmüş olduğu' olanların Amy Winehouse'la ilgili gek gek konuşması olsun; kırmızı çizgiyi geçmeye zorlayan hareketler internetlerde gırla... Yeteri miktarda insan, afallatıcı durumlarda midesinde bir yumruk, boğazında düğüm hissetmiyor.

O insanların midesine bir yumruk oturtmak, boğazına sarılıp gözlerini pörtletmek isteyenlerin ortak noktalarından biri Amy Winehouse'tu.

Amy Winehouse’un ölümünden sonra birileri "Ölümü bilinçliydi, o bu dünyayı reddediyordu" falan gibi beylik laflar etti, haddi olmayarak Amy Winehouse adına konuştu tabii ki. Zaten müzik endüstrisini de, müzisyenler adına konuşan başkaları yönetiyor; kimi zaman pirana plak şirketleri, kimi zaman vampir gazeteciler... Bir de ağzı açık, gökyüzünden kan yağmasını bekleyen dinleyici - ki dinlemediğine kalıbımı basarım.

Ben Amy Winehouse'un neden öldüğünü bilmiyorum ama 2006 yılında apar topar hastaneye kaldırıldıktan sonra "sonumun geldiğini düşündüm" diyordu, onu biliyorum. Korkmamış insanın bu lafı etmeyeceğini biliyorum. Bilinçli ölen insanın, sokaklarda iç çamaşırıyla yalınayak gezinecek kadar kendini harap etmeyeceğini, acı içindeki hayatının son saniyesine kadar beste yapmaya, yani üretmeye, çalışmayacağını biliyorum. Zaten 'Back to Black'te de "Seni çok seviyorum ama bu yeterli değil; sen kokaini seviyorsun, ben otu" diyerek tarafını da belli ediyordu.

21. yüzyılın en içe oturan ayrılık, aşk acısı şarkılarını yazabilen insanın, "dünyadaki bütün duygular ağzından dökülüyormuşçasına" şarkı söyleyen birinin mutluluğu da yaşamak istemediğine inanmak akılsızlık. Özellikle de ortada, seneler önce kızının cenazesini hazırladğını itiraf eden bir anne varken; "Sen ne için ölüyorsan B, ben de onun için ölürüm" dediği adam, kafası bi milyonken ("Video çekmiyorum" diyerek) çektiği bir videosunu internette yayınlıyorken...

Bir kültür sanat sayfası bile olmayan gazeteler "Amy'den yeni skandal!" haberleri yayımlarken neleri atlıyorlardı?

Sahnedeyken (ya da göz önündeyken) rahatsız hissettiğini, o garip 'durduğu yerde jogging yapma' hareketiyle ve sürekli grubundan onay beklemesiyle belli etse de, şarkı sözlerinde kendi hayatıyla ilgili hiçbir şeyi gizlemedi. Muhtemelen hem başarılı hem dürüst olabilen son sanatçı olarak dünya müzik tarihine geçecek.

İlk albümünde caz ve r&b'yi daha önce örneği görülmemiş bir biçimde harmanladı; Mark Ronson prodüktörlüğünde Dap Kings ile çalıştığı 'Back to Black'te ise Amy Winehouse'u o güne kadar etkileyen tüm janrlar oyuncu bir biçimde bir araya geldi. Üstüne Blake Fielder-Civil ile ayrılıklarının ardından yazdığı delici sözler eklenince, yüzyılımızın 'ayrılık marşları'ndan oluşan efsane bir albüm çıktı ortaya.

Amy Winehouse dürüstlüğü; bir yandan herkesin bildiği ilişkisiyle ilgili bütün kırgınlıklarını ortaya dökerken diğer yandan endüstri mendüstri dinlemeyen kuvvette bir inat sergileyişi; sesinde ortaya çıkan gücü ama aşktan da vazgeçmeyişi ile, okeye dönmekte olan İngiliz müziğinde yeni bir sayfa açtı. Bu yeni sayfa kıçına başına değil, Amy Winehouse gibi müziğine bakacağımız kadın sanatçılarla dolacak. Onun sayesinde. "'Cause what's inside her never dies..."*

* 'He Can Only Hold Her'den...

20 Temmuz 2011 Çarşamba

kölner dom vs kölner cami

almanya'nın nordrhein-westfalen bölgesinin başkenti köln'de nüfusun yüzde 6.3'ü türk; tabii alman vatandaşlığına geçenler hariç. benim de pek sevgili memleketim olan şehrin herhangi bi noktasında durup, "ismail!" diye bağırırsanız en az bi kişi bakıyo (denedim). diğer yandan, dünyanın en ünlü katedrallerinden biri şehrin simgesi kölner dom. yani neymiş? köln'e şöyle havalı bi cami yapılmasının vakti gelmiş de geçiyomuş.

neyse senelerdir tartışmalarla da olsa, inşaatı devam eden kölner böcekli camii (ya neyse işte...) bitmek üzere. arkadaş şöyle bi şeye benziycek:

geçtiğimiz senelerde minarelerin, UNESCO dünya mirası listesinde yer alan dom katedralinin kulelerini gölgede bırakmaya yeltenmesi sorun olmuş, minarelerin küçültülmesine karar verilmişti.

caminin mimarı paul böhm "iç tasarımın zaman içerisinde şekillenmesini istiyoruz" diyo.

deutsche welle'de yayımlanan orijinal (ve çok daha detaylı) yazı şurda

'otomatik portakal' 50 yaşında

40 yıl önce stanley kubrick'in 'otomatik portakal'ını toplatan ingiltere, bugün uyarlandığı romanın 50. yaşını kutlamaya hazırlanıyo. insanoğlu kuş misali gerçekten... peki "niçin roman ilk yayımlandığında diil de, film gösterime girince ayaklanmışlar?" diye sorucak olursanız, kitabın hocası yıldız kılıç cevaplıyor: insanlara 'görünce' dank etmiş.

şu an bunların hiçbiri, mesela patrick viera'nın emekli olması kadar umrumda diil ama sizin için yazıyorum:

burgess'in romanının 50. yıldönümünde, royal northern college of music mezunları, yazarın 'otomatik portakal' müzikali için 80lerde yaptığı besteleri çalıcaklarmış. meğer burgess yazar olduğu kadar besteciymiş de... valla hiç haberim yoktu.

burgess bu işe kendi eserine sahip çıkmak amacıyla girişmiş ve besteleri, kubrick'in filminde kullanılanlar kadar karanlık diilmiş. sanıyorum birileri bu konseri albümleştirmeyi akıl eder, biz de ortaokul yıllarındaki gibi 'otomatik portakal' müzikleri dinleyerek, kendi çapımızda bi 50. yıl kutlaması yaparız.

bu arada bir skandal daha: daha önce sahnelenen bir 'otomatik portakal' müzikalinde bu besteler diil, bono ve edge'in besteleri kullanılmış. burgess'i mezarında ters dönmüş bulabiliriz.

19 Temmuz 2011 Salı

gönderrr - 19 temmuz 2011

(bugün yayımlanan yazı - gazete linki burda)

*Resmen haklı çıktım. Geçtiğimiz haftalarda San Francisco’da bir galeriden kolunun altında Picasso’nun ‘Tete de Femme’iyle çıkan Mark Lugo gerçekten de ‘lüks hırsızıymış’; çaldığı Picasso’lar, Fernand Leger’ler evinin duvarında asılı bulunmuş. Polis “Pek satılacak gibi gözükmüyorlardı” demiş; Lugo’nun avukatı müvekkilinin ‘psikolojik bir rahatsızlığı olup olmadığını’ araştırıyormuş. Daha önceki vukuatları arasında 6 bin dolar değerinde şaraplar, 2 bin dolar değerinde şampanyalar çalmak da var.

Tabii hâkim bu suçları çok komik ya da çok eğlenceli bulmamış; 5 milyon dolarlık kefalet ücretinde karar kılmış. Bu adamın hayatından bir Hollywood filmi yapılmazsa, ben bu işi bırakıyorum!

*Morrissey hayatını yazıyor. Muhtemelen yine faşist midir, anarşist midir; ırkçı mıdır, haklı mıdır karar veremeyeceğiz ama şunları biliyoruz: Kitap Penguin Classics’ten çıkacak, çok kalın olacak ve Aralık 2012 itibariyle çok satmaya başlayacak.


*Memlekette graffiti kültürünü yeşerten insan Tunç Dindaş’ın (ya da Turbo’nun) ‘Monsters, Robots & Istanbul’ sergisi 311artworks’te açıldı. Turbo, canavarlar ve robotları “kendi kültürümüzle” yoğuruyor. Sergi uzun ömürlü değil, 6 Ağustos’a kadar gördünüz gördünüz.

*Dünyanın bir ucundaki bir diğer graffiti camiasında Mr Brainwash, Red Hot Chili Peppers’ın yeni albümünün tanıtımını yapıyor. Bu cümleden sonra sorulabilecek ilk soruya cevap: Mr Brainwash, Banksy’nin geçen seneki belgesel Oscar’ı adayı filmi ‘Exit Through the Gift Shop’ın kameramanı ve aynı zamanda sonradan graffiticiliğe soyunan kabiliyetsiz sanatçısı. Mr Brainwash, kimine göre, gerçek bir graffiti sanatçısı değil; graffitinin ticarileşmesinin bir sembolü (bana göre böyle). Kimi ise Mr Brainwash’ın varlığına yürekten inanmış vaziyette. Yani tipik bir Banksy muamması; cevabı bilemesek de graffiti anlayışımızı sorgulamaya itildik bir kere... Gerçek ne olursa olsun, Mr Brainwash, Red Hot Chili Peppers’ın 30 Ağustos’ta piyasaya çıkacak albümü ‘I’m With You’nun posterlerini Los Angeles’ın duvarlarına yapıştırmaya başladı bile.

*Pritzker Mimarlık Ödüllü ilk kadın mimar Zaha Hadid’in, Çin’in Guangzhou şehrinde yaptığı opera binası tam bir rezalete dönüştü. Nisan ayında açılan bina zaten Çin’in Dubai’liğe oynayamaya çalışması açısından hayli komikti; daha üçüncü ayı dolmadan bina akıtmaya, çatlamaya başlayınca tam bir komediye döndü. Hadid, yakın zamanda İstanbul Kartal’da da kentsel dönüşüm adı altında yıkım yapacak. Ona pek gülmeyeceğiz gibi gözüküyor.

chapman biraderlerden nazili mazili sergi

okuyamayanlar için: "they teach us nothing" yazıyo

chapman biraderlerin londra'daki white cube gallery'de açılan sergisinden... şurda daha çok fotoğraf var. çok muhteşem gözükmüyo ama bu fotoğraf memleketin geleceği vallahi. tembel muhabirinizden sevgiler...

18 Temmuz 2011 Pazartesi

patti smith'ten adele cover'ı

aylardır günde on defa falan dinlediğim adele şarkısı 'rolling in the deep'i patti smith coverlamış. sözleri ezberlemediği için tam da becerememiş ama "i love this fucking song... adele, she's great" diyo.

bu arada adele'in albümü 2.6 milyon sattı ve ben bu şarkı yüzünden, başka bi şarkısını dinleyebilmiş diilim.

Patti Smith - "Rolling In the Deep" (Adele Cover, Live) by TwentyFourBit.com

29 Haziran 2011 Çarşamba

'Ölmeseydik ne iyiydi'

'Ölmeseydik ne iyiydi'

SIRRI SÜREYYA ÖNDER

Bizim topraklarımızda pasaport göstermeden akıp giden beş tane su vardır: Aras, Meriç, Fırat, Asi ve Dicle nehirleri.


Asi Nehri ya da 'Oronthes' dışarıda doğup bizim ülkemizi de bereketlendirdikten sonra 'Herkesin Akdenizi'ne dökülür.

Fırat ve Dicle, bizde doğup ayrı ülkeleri de yeşerttikten sonra Şattül Arap'ta vuslata ererek insanlığın ortak körfezine dökülürler. Kutsal metinlerde, bu üç nehrin kapladığı toplam alana 'tufan coğrafyası' denir.

Haritaların ve de sınırların, sular, dağlar ve denizler yerine, kanla çizilmeye başlanmasının tarihi bir hayli eskidir. İnsanlığın evrimi henüz avcılık - toplayıcılık aşamasındayken yani atalarımız gündüz gözüyle avladıkları hayvanları ya da topladıkları bitkileri, gece kurdukları müşterek sofralarda yerken birilerinin içine bir fesatlık düşmüş. "Belki yarın avlayacak bir hayvan bulamam" endişesiyle diyelim ki bir parça eti, mağaranın köşesine saklayıvermiş. Bununla da yetinmemiş, herkesi kendi gibi sanarak mağaranın çıkışına bir kapı, üzerine de bir kilit icat etmiş. Yetmemiş bir de adam dikmiş. İşte o saklayıcı - paylaşmayıcı insan var ya, dünyadaki tüm sağcıların atasıdır. "Bunu beraber avladık, beraberce yemeliyiz kardeşim" diyenlere de o günden beri solcu denir.

"Ya bulamazsam" endişesi giderek imana dönüşmüş, ritüelleri icat edilmiş, buna iman etmeyenler de tarihin her döneminde münafık ilan edilip eza-cefa görmüşler. Bu 'doyamama' haline, mağaralar yetmeyince yurtlar oluşturulmuş, 'bir kapı-bir muhafız' yerini ordulara bırakmış...

Tarihsel olanın izini sürmek kolaydır. Örnek olsun, birisi yağlı gerdanını oynatarak, parası olanın daha iyi eğitim almaya hakkı olduğunu böğürüyorsa, atasının kim olduğunu kestirebilirsiniz. "Dünya tarihi, sınıflar mücadelesinin tarihidir" denildiği zaman da başlangıcı mağaraya saklanan o ilk but parçasına gider.

Btüün mülksüzler, sahipsizler, yoksullar, en temelinde bu doymak bilmeyen iştahın mağdurlarıdır.

Yeryüzünün 'hepimize kılınmış' sularına, mesela barajlar yapılır. Çalışanlar ve yapanlar yoksullardır ama geliri ve bereketi onlara ait değildir. Bu inşaatlarda ölenler de yine ve sadece onlardır ama barajların, yolların ve cümle yapıların 'kralı-ustası' olarak anılmak niyeyse sadece efendilerim nasibine düşer.

İşte bu sayfada gördüğünüz fotoğrafın öyküsü, insanlığa ve ülkemize dair önemli ipuçları içermektedir.

Cezaevinden çıkıp Adıyaman'a döndüğümde, kısa bir süre Atatürk Barajı'nda işçi taşıyan bir servis otobüsünün şoförlüğünü yapmıştım. Başta iş makineleri olmk üzere her şeyin büyüklüğü karşısında şaşakalmıştım. Ana gövdenin yüksekliği 200 metreye yakındı. Barajın şimdi su yolunda kalan bir yerine yemekhane yapmışlardı. Yemek molası sadece 1 saatti. Ana gövdede çalışan işçilerin yemekhaneye inmeleri, yaya olarak 15 dakika, çıkmaları ise 25 dakika sürüyordu. Çalışan işçilerin çoğunluğu Kürt gençleriydi. Yemek ve dinlenme sürelerini birazcık olsun arttırabilmek için ana gövdedeki eğitimli türbin betonarından, naylon leğenlere binerek kayıyorlardı. Birinin yemekhane duvarına çarparak öldüğünü gözlerimle gördüm. Birkaç tanesi daha benzer şekilde can vermişti.

Müteahit firma, ölüm gerekçesini işçilerin cahilliğine veriyordu ve onlara çok kızıyordu. 12 Eylül, sendikaları imha ettiği için, taşeronlar elinde çalışan işçiler adına, yemek saati ve şartlarının insanı ölçülere sahip olmasını savunan kimse yoktu. Bir özel masa kurulmuştu. 'İş güvenliği ve sorunlar'la ilgili sorunları dilekçeyle buraya bildirmeniz isteniyordu. Dilekçeyle itiraz eden işçileri jandarmaya ihbar ederek, 'bölücü' suçlamasıyla tutuklatıyorlardı. İşin garibi Kürtler de aynı şekilde ölmeye devam ediyorlardı. İkinci yaygın ölüm şekli, devasa iş araçları için zorunlu bir uygulama olan özel yolların olmayışıydı. Bir apartman yüksekliğindeki araçlar, aşağıda çalışan ameleleri, bir böcek gibi eziyorlardı. Özel yol, artı maliyet demekti. Kapitalizmin tanrısı, fukaralar için sadece ölümü layık görüyordu. Suriye'yi susuzlukla terbiye etmeyi de temel araçları arasında sayan o baraj şimdi faaliyette... Etrafının ağaçlandırılması yapılmadığı için de su havzasına çamur-mil dolmakta...

Milletvekili seçilince anamın elini öpüp hayır duasını almak üzere Adıyaman'a gittim. Oradan Diyarbakır'daki toplantıya geçerken Atatürk Barajı'na uğradım.

Bir seyir terası yapmışlar, seyir terasının önüne de ölen işçilerin anısına bir heykel...

Daha fazla para kazanmak uğruna katlettikleri işçilerin adları yazılı o heykelde.

Bir de kitabe kabilinden bir metal plakada, 'cinayet' gerçeği göz ardı edilerek 'Biz iş kazalarında öldük. Ölmeseydik ne iyiydi' cümlesi var.

Bugün olan bitenin özeti saklı bu fotoğrafta:

Muktedirler, daha insani şartlar isteyen Kürtlere çok kızıyorlar ve ölümler üreten sistemi değiştirceklerine Kürtleri değiştirmeye uğraşıyorlar.

Kürtler, insanlık sofrasına onurlarıyla oturabilmek adına, ölümle sonuçlanacağını defalarca görmelerine rağmen 'kayarak ölme' seçeneğini kullanmaya mahkum ediliyor.

Su ile terbiye edilemeyen Suriye, cihat ile terbiye edilmeye çalışılıyor.

Dokunulur olmak
"Şimdi bizi Meclis'e çağırıyorlar. 'Gelin dertlerimizi buradan anlatın' diyorlar. Ben de Atatürk Barajında kurulan 'özel masa'yı hatırlıyorum. Meclis bu haliyle şinayet edeni de bölücü ilan edecek bir özel masa durumunda. Bunları dile getirince dokunulur oluyorsunuz. Maazallah, hırsıza-uğursuza bend olan dokunulmazlık, bize gelince 'terör örgütü propagandası' gibi ebegümeci bir kavramla anında berhava aoluyor. Sorun sadece içerideki vekillerimizi almaktan ibaret değildir. Bizlerin, sorunu çözme iradesi için çalışırken içeri alınmamızın da önüne geçmektir.
İnsanlar yaşasınlar, altımıza bir bahçe kılınmış olan yeryüzü sofrasında birlikte doysunlar istiyorum. Kaşıların, kilitlerin, orduların, muhafızların, savaşların olmadığı bir dünya düşlüyorum.
Bu yüzden ve bu vaatle vekil oldum.

Gözaltına alınabiliriz
İşte şimdi meydanlarda yoksullarla birlikte gaz ve bombaya maruz kalıyorum. Polisin hedef gözeterek otobüsümüzün içine sıktığı bombaya karşı, bir yaşlı Kürt kadını bize siper olabiliyor medyanlarda. Meclis şimdilik bu güveni vermiyor, sabıkası var.
Bunları savunacağımız şartlar sağlanmadan Meclis'e gidersek tekme-tokat gözaltına alınabiliriz. İçerideki vekillerin bırakılması bu güvencelerden birisidir.

Bu şartlar sağlanmadan olabilecekler bu heykelde özetlenmiştir.

Yüzlerce insan canını kaybedecek, insanı çevresiyle düşünmeden tasarladığınız medeniyete çamur dolacaktır.

Ben ileride bütün cinayetleri bir 'kaza' sayarak "Ölmeseydik ne iyiydi" demek ve dedirtmek istemiyorum.